Bu günlerde fazlaca kullanılır olduğundan, küreselleşme ve ulus devlet kavramları ne anlama geliyor, bu kavramlarla kim ne yapmak istiyor. Vaktimizi alsa da beraberce okuyalım.
1. TERMİNOLOJİ SORUNU
Bilimsel olsun ya da olmasın bir konu üzerinde çalışma yürütülmesinde ve düşünce ortaya konulmasında öncelikle sözcük ve kavramlar üzerinde birlik sağlanmalıdır. Taraflarının farklı algıladığı, değişik anlamlar yüklediği kavramlar üzerinden doğru bir sonucu varılması mümkün değildir. Konunun bir boyutu bu olmasına karşın diğer önemli bir boyutu da sözcük ve kavramların daha geniş bir ifade ile terminolojinin psikolojik savaşın önemli bir aracı olarak kullanılmasıdır.
Tarihi süreç içerisinde sayısız örneğine rastlayabileceğimiz terminolojinin kullanımına ilişkin yakın zamandan hatırlayacağımız iki örnek konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bunlardan birincisi Sırpların Boşnaklara yönelik soykırım ve katliamlarının “Etnik temizlik” olarak, ikincisi ise ABD’nin Irak işgalinin “Irak’a Özgürlük” olarak adlandırılmasıdır.
Sırplar, 21’nci yüzyılda, Avrupa’nın ortasında Boşnak halkını yaşlı, kadın ve çocuk ayrımı yapmadan tecavüz edip, katledip, toplu mezarlara dozerlerle gömerken Batı dünyası bu eylemi, soykırım, katliam vb. bilinen terimlerle değil yeni icat ettiği “etnik temizlik” kavramıyla adlandırmıştır. Bu terimin seçimini psikolojik savaşın güzel bir örneği olarak görmek gerekir. Zira dünyanın geniş halk kitleleri tarafından olayın algılanmasında ciddi yanılsama meydana getirmiştir. Etnik ve Temizlik sözcükleri tek başına bakıldığında hiçbir olumsuz anlam taşımamakta, bilakis temizlik gibi müspet bir anlam taşımaktadır. Bu iki kelimenin bir araya gelmesiyle de kamuoyunu rahatsız edecek olumsuz ya da kötü bir anlam ortaya çıkmamaktadır.
Bu nedenle başkaları tarafından icat edilen kavramları, bir süzgeçten geçirerek kullanmak zorundayız. Aynı şekilde, doğru bir kavramın yanlış yerde kullanılıp kullanılmadığına ya da kavram üzerinde oynama yapılarak anlamda bozulma yapılıp yapılmadığına dikkat etmeliyiz.
Terminoloji konusundaki bu açıklamalardan sonra konumuza girmeden önce, Batı tarafından oluşturulan “Ulus Devlet” ve “Küreselleşme” kavramının açıklanmasının bir zorunluluk olduğu aşikârdır.
2. ULUS DEVLET VE KÜRESELLEŞME KAVRAMLARI
Ulus Devlet ve Küreselleşme kavramları, Batı tarafından icat edilerek tüm dünyaya ihraç edilmiştir.
Ulus devletin ne olduğu ve doğuşuna ilişkin kaynaklar tarandığında, ilk olarak Batı Avrupa’da, feodal düzenden merkezi devlet düzenine geçişte ortaya çıktığı dile getirilmektedir. Feodal beyler ve kilise ittifakına karşı, yeni zengin burjuvalar ve kralın mücadeleyi kazanmasıyla birlikte Batı Avrupa’da, feodal düzen gerilemiş ve merkezi devlet yapıları oluşmuştur. Ulus devlet, Batının kendi tarihi gelişim sürecinde oluşan bir aşamayı ifade etmektedir.
Ulus devletin ne olduğu konusunda akademisyenler arasında bile tam bir görüş birliğinin olduğu söylenemez. Ulus devletin yönetim anlayışı, ekonomik yapısı, toplum düzeni, eğitim felsefesi gibi konularda tanımlama yapılmaya, özellikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Konumuzun özünden kopmamak maksadıyla bu tartışmalardan uzak durmaya çalışacağız.
Küreselleşme kavramı da ulus devlet kavramı gibi, Batı’nın kendi tarihi seyri içerisinde ulaştığı, teknolojik ve bilimsel düşünce aşamasına bağlı olarak geliştirdiği, özünde sömürgecilik anlayışının çağımıza uyarlanmış, modernize unsurlarını da içeren bir kavramdır. Üzerinde ana hatları ile tanım birliği bulunmakla birlikte; iletişim, ulaşım ve bilgi teknolojisi alanlarındaki gelişmelerin, dünyayı bir köy haline getirmesi ve batılı değerlerin dünyada yaygınlaşması olarak açıklanmaktadır. Batılı değerlerden kasıt ise, ekonomik, siyasi, kültürel sınırların kaldırılması, liberilizasyon ve yerinde yönetim, etnik kimliklerin ön planı çıkarılması vs.’dir.
3. ULUS DEVLET VE KÜRESELLEŞME KAVRAMLARININ SORGULANMASI
Önemi nedeniyle tekrar ifade etmek gerekir ki, ulus devlet ve küreselleşme kavramları bizim icat ettiğimiz ve anlamlandırdığımız kavramlar değildir. Batı tarafından bulunmuş, anlam yüklenmiş ve ihraç edilmiş kavramlardır. Bu nedenle anılan kavramların anlam, etki ve sonuçlarını kendi tarih ve akıl süzgecimizden geçirmemiz gerekir.
Konunun başında, devletimizi nitelendirirken, ulus devlet kavramını (günümüzde batının yüklediği anlamda) tercih etmenin doğruluğu konusunda ciddi sorgulama yapılması gerektiği, rahatlıkla söylenebilir. Çünkü böyle bir nitelendirme ileride bizi mantıkî açmaza sokabilecektir ki, bunu yeri geldiğinde açıklayacağız. Bu nedenle olayları yorumlarken herhangi bir eklemeye ve nitelendirmeye gerek olmadan, tercihen “devlet” kavramını kullanacağız. Merkeze doğrudan kendimizi koyarak, Batı’yı, ulus devleti, küreselleşmeyi, tarihi ve geleceği yorumlama yoluna gideceğiz.
Bu kapsamda, devletimizin ulus devlet kavramıyla ilk karşılaşması ve bunun sonucunda ulus devletin bize olan etki ve sonuçlarını irdeleyeceğiz. Ardından küreselleşmenin ulus devlet yapılarına ve bize olan etkilerini açıklayacağız.
4. ULUS DEVLET YAPISI VE BİZ
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, Batı Avrupa ülkelerinin ulus devlet olma süreci üzerine kitaplar yazılmasına karşın, bunun doğruluğu tarafımızca tartışmalıdır. Bu görüşümüzün dayanağı ise, Batının ulus devleti emperyal devletin karşıtı olarak göstermesidir.
Bu açıdan bakıldığında, kavramı icat edenlerin kendilerini ulus devlet olarak nitelendirmelerine karşın, gerçeğin tam tersi olduğu görülmektedir. Ulus devlet yapılanması için en fazla örnek gösterilen Fransa’yı incelediğimizde; ulus devletin çıkışı olarak gösterilen İhtilalin ardından, Napolyon’la birlikte imparatorluk yapısına döndüğü görülmektedir. Devletin şeklini Cumhuriyet ya da Mutlakıyet olarak adlandırsalar da, emperyal devlet olmaktan asla vazgeçmemişlerdir. Sömürgesi olan Cezayir’den zorla atıldıkları tarih, yüzyıllar öncesine değil 1970’li yıllara kadar uzanmaktadır.
Bugün bile, sahip olduğu sömürgelere bakıldığında -Hint Okyanusu (La Réunion, Mayotte), Atlantik Okyanusu (Martinik, Guadelup, Guyana, Saint-Pierre-et-Miquelon), Pasifik Okyanusu, (Yeni Kaledonya, Fransız Polinezyası, Wallis-ve-Futuna), Avustralya ve Antarktika toprakları (TAAF), Saint-Paul adası, Amsterdam adası, Crozet adaları, Kerguelen adaları - Fransa’nın emperyal (sömürge) devlet niteliklerini taşıdığını görmekteyiz. Diğer Batı Avrupa ülkelerine baktığımızda da, ulus devlet için sayılan özelliklerden ziyade, emperyal devlete özgü niteliklerin bulunduğu görülmektedir.
Emperyal devlet olmalarına karşın, ulus devlet niteliğinin Batı Avrupa Devletleri için bir anlamı da yok değildir. Kendi aralarındaki ilişkiler açısından (özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya’da) ulus devlet niteliği önem taşımaktadır. Bu husus ulusal kimliği ifade eden “dil” gibi konularda ön plana çıkmaktadır. Ayrıca, ülke içindeki azınlıklara karşı da, aynı şekilde ulus devletin niteliklerini kullanıma gitmiştir. Görüldüğü üzere kavramı ortaya atan Batı, O’na (ulus devlet kavramına) istediği şekli de vermiştir.
Ulus devletin bizim için anlam ve etkilerine gelince, bunu Avrupa ile ilişkilerimizin tarihi seyri içinde değerlendirmemiz gerekir. Avrupa, ulus devlet kavramını Osmanlı Devletine karşı bir silah olarak kullanmıştır. Bu sayede siyasi ve ekonomik hedeflerine ulaşabilmiştir.
Ulus devlet kavramıyla tanışmamız ve trajik etkilerini hissetmemiz, Batının Osmanlı üzerindeki emperyal amaçlarını uygulamaya geçmesiyle başlamıştır. Tarihin akışı içinde olaya bakarsak özetle şunları görürüz:
İngiltere’nin Sanayi Devrimini gerçekleştirmesiyle birlikte, petrole ulaşma arayışları başlamıştır. Petrolün Osmanlı Devleti’nin topraklarında bulunması, Batının hedefi haline gelmesi için yeterli olmuştur. Petrole ulaşmak için, Osmanlı engelinin ortadan kaldırılması gerekmiştir. İşte bu amaca ulaşılması yani, Osmanlının ortadan kaldırılması için ulus devlet ve milliyetçilik akımı bir silah olarak kullanılmıştır. Nitekim, süreç içerisinde Batılı devletler, Osmanlı Devleti unsurları olan Araplar, Yunanlılar, Bulgarlar vb. etnik unsurlar arasında, milliyetçilik akımlarını teşkil ve destekle, bunların kendi ulus devletlerini kurmalarını gündeme getirmiştir. Batı’ya giden Arap, Yunan, Bulgar kökenli ileri gelenlere “günümüzde imparatorluk çağının bittiği, her ırkın kendi devletini kurma hakkı olduğu vs” düşünceleri aşılanmıştır. Sonuçta, Batının eğittiği ve yönlendirdiği bu kişilerin önderliğinde, yine Batının teşvik, para ve silah desteğiyle, bu etnik unsurlar kendi ulus devletini kurmak için ayaklanmışlardır.
Batının ulus devlet ihraç etme projesine karşı, Cumhuriyeti kuran başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, komuta kademesi “Devleti” savunmak üzere, Trablusgarp, Suriye, Yemen, Çanakkale, Balkan ve Kafkas cephelerinde savaşmıştır. Ayaklanma ve savaşlar sonunda Yunanistan, Bulgaristan, Ermenistan vb. ülkeler kendi ulus devletlerini kurmuş, ancak bu durum bizim için “Devletin” parçalanması, kan, gözyaşı ve facia ile sonuçlanmıştır.
Ulus devleti bir araç olarak kullanan Batı, “Büyük Devleti” parçalayarak amacına ulaşmış ve bölgeye yerleşerek petrole hâkim olmuştur.
Ancak aynı dönemde bize karşı ulus devleti kullanan Batı, kendi sömürgesi altındaki uluslara bu haklarını yani ulus devlet kurma haklarını hatırlatmamış, bu yöndeki girişimleri de acımasızca bastırmıştır. Çarpıcı olması açısından (bugünkü nüfusları itibarıyla) bir örnek vermek gerekirse; 1 Milyar 100 milyon nüfuslu Hindistan’a ulus devlet kurma hakkı vermezken 7 - 8 milyon nüfuslu Bulgaristan’ı desteklemiştir. Ulus devlet yapısı kavramıyla karşılaşmamız bizim için pahalıya mal olmuştur.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir.” tanımlaması ile, ulus kavramına çok önemli bir anlam yükleyerek, daha o günden, çıkabilecek birçok fitnenin önünü de kesmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca da devletin nitelendirilmesinde – doğru bir bakış açısıyla- ulus devleti kavramı kullanılmamış, ancak son yıllarda bu kavram geniş ölçüde yer bulmaya başlamıştır. Böyle bir nitelendirmenin sakıncalarını bir sonraki bölümde, küreselleşme başlığı ve sonuç bölümünde dile getireceğiz.
4. KÜRESELLEŞME, BÖLGESEL GELİŞMELER VE TÜRKİYE
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, 20’nci yüzyılın son çeyreğinde iletişim, ulaşım ve bilgi teknolojisindeki gelişmeler mesafeleri ve sınırları kaldırmaya başlamıştır. Ekonomik, siyasi, kültürel, sosyal ve ticari vb. birçok alanda gelişmelere yol açmıştır.
Küreselleşmenin bölgesel etkilerine geçmeden önce, dünya üzerindeki etkilerine değinmekte fayda vardır.
Batı açısından (ABD ve AB) bakıldığında; 1800’lü yılların sonunda ortaya atılan ulus devlet kavramı gibi, bu kez de küreselleşme kavramını ortaya atmış ve bunu kendi çıkarları lehine bir araç olarak kullanmaya başlamıştır. Batı; küreselleşmeyi, Helen, Roma ve Hıristiyanlık temelinde oluşturduğu, medeniyetine ait değerlerin, küresel, evrensel değerler olduğunu iddia ve dünyaya dayatma olarak algılamış ve uygulamaya geçmiştir. Bu çerçevede Soros STK’ ları aracılığı ile desteklediği dinler arası diyalog yaklaşımı ile, Hıristiyanlık dışındaki dini inaçları da, antik dönemdeki pagan inancını içeren Katolik Hıristiyanlık ekseninde, küresel uyumlaştırmaya başlamıştır. Ekonomiden, sinemaya, bilimden edebiyata birçok alanda, bunu hayata geçirmeye başlamıştır. 1990’lı yıllarda SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla birlikte, Batı küreselleşmeyi kültürel ve ekonomik boyuttan siyasi ve askeri boyuta taşımıştır. Bunun yanında küreselleşmenin getirdiği rekabetle baş edebilmek için, Avrupa Birliği ve NAFTA gibi projeleri hayata geçirmiştir.
Bölgemiz dışındaki ülkeler, örneğin Asya’nın Güneyindeki ülkeler, küreselleşmeyi, Batı’nın istediği gibi yorumlamamışlardır. Özellikle Çin ve Hindistan küreselleşmeyi kendi çıkarları doğrultusunda algılamışlar ve yorumlamışlardır. Küreselleşme kavramı içerisinde yer alan ekonomik liberalleşme, ticaret serbestîsi, gümrük duvarlarının kaldırılması kavramlarını kullanarak Batının karşısına rakip olarak çıkmıştır. Ancak bu durum sadece ekonomik alanda kalmamış Şahghay İşbirliği Örgütü ile siyasi alana kaymış ve neredeyse Asya’nın tamamına yakınını kapsayacak düzeye ulaşmıştır.
A. BÖLGESEL GELİŞMELER
Ülkemize gelince, ulus devlet kavramında olduğu gibi, küreselleşme kavramı da bölge ülkelerince doğru bir şekilde okunup anlaşılamamıştır. Bunun yerine bölge ülkeleri kendi aralarında herhangi bir işbirliği arayışına girme yerine, ABD ve AB ile tek tek anlaşarak, küreselleşme sürecinde ayakta kalma yolunu tercih etmişlerdir.
Ancak, bu tercihin büyük bir yanılgı olduğu kısa süre geçmeden anlaşılmıştır. Çünkü, dünya düzeni, küçük devletlerin temennileriyle değil, dünya dengelerinin somut ve acımasız kurallarıyla işlemektedir. Nitekim, Batı medeniyetinin Yeni Roma’sı ABD; 1900’lü yılların başında Yalta’da kurulan ve 2’nci Dünya Savaşı sonrasında küçük değişikliklerle sürdürülen, iki kutuplu dünya düzeninin bittiğini, Malta’da ilan etti. Tek kutuplu dünya düzeninin bölgemiz için öngördüğü yeni yapı, Büyük Orta Doğu Projesi, resmi adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi olarak, ABD tarafından açıklandı. Projeye göre 22 ülkenin sınırları ve yönetim şekilleri değişecektir. ABD tarafından öngörülen yeni dünya düzeni ise sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmayıp, Balkanlardan Orta Avrupa’ya, Kafkaslardan Türkî Cumhuriyetlere kadar geniş bir alanı kapsamaktadır.
Bu alanın ana hatlarıyla Osmanlı Devleti coğrafyasına oturması ve aynı zamanda da Türkiye Cumhuriyetinin tarihî ve kültürel miras havzasını içermesi, bizim açımızdan önem ve dikkat çekiciliğini bir kat daha artırmaktadır.
1990 yılında başlayan sürece baktığımızda, projelerin hayata geçirmesinde söz konusu ülkelerin, etnik, askeri, siyasi, ekonomik ve coğrafi yapısına göre modeller değişik geliştirildiği anlaşılmaktadır. Örneğin: Gürcistan, Ukrayna, Lübnan ve Kırgızistan’da Soros aracılığı ile Turuncu Devrimler gerçekleştirdi. Irak ve Afganistan’ın siyasi ve toplumsal yapısı Soros’ destekli STK’larla yürütülecek bir değişime uygun olmadığı için, geriye tek seçenek olarak kalan işgal devreye sokuldu. Fakat askeri seçenekte, her iki ülkenin coğrafi yapıları nazara alınarak uygulandığından, Irak’ın tamamı karadan işgal edilirken, Afganistan’da ise belli üsler seçilerek sonuca ulaşıldı.
“Ben yıllardır kurduğum Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ağı vasıtasıyla Amerika'nın kendisiyle dost, 'demokratik' rejimler kurma misyonunu üstlenmişken ve Amerikan projelerini usulca hayata geçirirken Bush birdenbire güç kullanımıyla bütün planı ortaya çıkaracak bir siyaset izlemeye başlamıştır. Bush yönetimindeki Amerika dünya için bir tehlikedir.''
George Soros
''Son 18 ay içerisinde, Gül, Turuncu, Mor, Lale ve Sedir devrimlerine tanıklık ettik ve bunlar sadece birer başlangıçtır. Bu devrimlerde STK'ların ve ABD hükümetinin önemli rolleri bulunmaktadır. Yeni dönem savaşları, milletleri değil, rejimleri hedef alacaktır''
George W. Bush
“Rusya'da siyasi aktivitenin yabancılar tarafından finanse edilmesine kesinlikle karşıyım. Kendisine saygısı olan hiçbir ülke buna müsaade etmez, biz de etmeyeceğiz.”
Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin
“Oysa ben ABD politikalarının en büyük takipçisiydim. Irak konusunda desteğime ihtiyaç duyulduğunda bunu verdim. Burada olup biteni izah etmekte güçlük çekiyorum. Bana Soros darbe yaptı.”
Gürcistan Eski Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze
''Bişkek'teki ABD Büyükelçisi Steven Young'ın darbeden bir hafta önce internette yayımlanan raporunda Kırgızistan'da iktidarın ele geçirilmesine yönelik bir devrim planının ayrıntıları vardı. O plan aynen uygulandı.''
Kırgızistan Eski Devlet Başkanı Aksar Akayev”
Batılı kaynaklarda da yer aldığı gibi, enerji kaynaklarını ele geçirmek üzere bölgeyi işgal eden ABD öncülüğündeki Batılı askeri güçlerin, sadece iki ülke ile yetinmeyeceği, S.Arabistan, Mısır, Suriye, İran ve Pakistan başta olmak üzere diğer ülkelere yönelik işgal niyeti bulunduğu, artık tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
B. TÜRKİYE’NİN DURUMU
Küreselleşme sürecine ilişkin, genelden özele doğru incelememizin son halkasını ülkemiz oluşturmaktadır. Ülkemizin küreselleşme kavramını algılaması ve uygulamaları ile küreselleşmenin etkilerini inceleyeceğiz.
Öncelikle, Küreselleşme kavramının algılanışı konusunu irdelememiz gerekir. Bu kavram, geniş bir kesim tarafından -Çin, Hindistan gibi ülkelerden farklı olarak- bir filtreden geçirilmeden, Batı’nın dayattığı şekilde algılanmaktadır. Aksi yöndeki görüşler; hayatın karşı durulamaz ve vazgeçilmez tek gerçeğine, dünyanın gidişine, karşı çıkış olarak değerlendirilmekte ve hatta kimi zaman suçlanmaktadır.
Küreselleşme süreci daha önce ifade ettiğimiz üzere, dünyanın ve bölgenin, yeni güç dengesine göre paylaşılması sürecidir. Bu süreç başlamış ve hepimizin gözleri önünde olanca süratiyle ilerlemektedir. Turuncu devrimlerle rejimler değişmekte, ülkeler parçalanmakta ve işgal edilmektedir. Harita üzerinden bakıldığında, Ukrayna’dan Lübnan’a, Yugoslavya’dan Afganistan’a meydana gelen değişim ve siyasi depremlerin ortasındaki ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin bunlardan etkilenmemesi mümkün olmadığı gibi, değişimi yöneten güçler de, Türkiye’nin federatif yapıya geçmesi konusundaki düşüncelerini çekinmeden dile getirmektedirler. Bunun en son örneği Roma’daki NATO Savunma Koleji’nde, Amerikalı bir Albay’ın Türk subayları için verdiği seminer sırasında, Türkiye’nin 18 ilini Kürdistan sınırlarında gösteren harita kullanmasıdır.
Sürecin işleyişine ilişkin olarak, geçmişte yaşanan önemli bir benzerlik üzerinde dikkatle durulmalıdır. Ulus devlet sürecinin, “büyük devletin” yani Osmanlı Devletin parçalanmasında bir araç olarak kullanılması gibi, küreselleşmenin de, Türkiye Cumhuriyetinin federasyonlara bölünme sürecinde kullanılmasıdır. Senaryo aynı ancak oyuncular değişmiş durumdadır.
Kısaca tekrar edersek; Birinci Dünya Savaşı öncesinde başta İngiltere ve Fransa’ olmak üzere, Avrupa ülkeleri Osmanlı Devleti’ni parçalama konusunda aralarında gizli anlaşmalar yapmışlar, ardından, Fransa kendisine düşen eğitim ve ikna görevi çerçevesinde, “günümüzde imparatorlukların ömrünü tamamladığı insanlık tarihinin, bilimin gereği olarak artık ulus devletlere geçilmesi gerektiği” konusunda Osmanlı’nın çeşitli etnik unsurlarını harekete geçirmiş, İngiltere ayaklanan unsurları destekleyerek ve bizzat savaşarak Osmanlının parçalanmasını sağlamış, ardından da Osmanlıdan kopan ülkelerin aslan payı İngiltere’ye ait olmak üzere, Cezayir, Suriye, Lübnan gibi ülkeler Fransa’ya, Libya İtalya’ya verilmek suretiyle pay edilmiştir.
Günümüzde, bu senaryodaki İngiltere’nin rolünü ABD, Fransa’nın rolünü AB yerine getirmektedir. Aynen 1’nci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi görünüşte birbirinden bağımsız hareket etmektedirler. AB metinlerinde ve üyelik için öne sürülen koşulların gerekçesinde “Günümüzde ulus devlet yapılarının ömrünü tamamladığı, artık insan hakları, demokratikleşme ve özgürlüğün geçerli olduğu, bu çerçevede etnik unsurların kendilerini yönetmesi gerektiği vs” yer almaktadır. AB’nin taleplerinin biri yerine getirildiğinde ardından bir başka talep ileri sürülmektedir. Diğer bir ifade ile, bir takım ülkeler için Soros, diğerleri için askeri yöntemler kullanılırken, Türkiye için AB süreci bir yöntem olarak kullanılmaktadır.
Küreselleşme süreci sadece AB aracılığıyla yürütülmemektedir. IMF ve Dünya Bankası diğer araçlarıdır. Türkiye’nin mevcut devlet yapısının yerine getirilmek istenen federatif yapı için yürütülen çalışmalar, ekonomik, kültürel, siyasi, idari, hukuki ve askeri alanlarda yoğunlaşmaktadır. Örneğin, Ekonomik alandaki küreselleşmede önemli adımlar atılmıştır. Milyar Dolarlık Bankacılık sektörünün %60’ı, Sigorta sektörünün %80’ı, Telekomünikasyon sektörünün %90’ı, Enerji sektörünün önemli bir kısmı küresel sermayenin eline geçmiştir.
Bütün bu gelişmelerin, küreselleşme ve ulus devlet yapısı ile açıklanmaya çalışılması doğru değildir. Olayın küreselleşme ve ulus devlet bağlamında ele alınması durumunda, karşımıza ulus devlet kavramının, 19’ncu yüzyılı ait kavram olduğu, insanlığın artık ulus devlet yapısını aştığı, artık etnik kimliklerin ön plana çıkması gerektiği, bunun bir insan hakkı ve demokrasinin gereği olduğu, 21’nci yüzyılın gereğinin ve gerçeğinin bu olduğu ileri sürülecektir.
Bu durumda biz 21’nci yüzyılın gereklerini anlamaya, 19’uncu yüzyıl düşüncesini savunan bir ülke konumuna düşeceğiz. Oysa işin doğrusu Batı’lı ülkelerin tüm bölgede olduğu gibi, ülkemizi, devletimizi, emperyal amaçları doğrultusunda, etnik temelde küçük devletçilere dönüştürmek istemeleridir. Sorunu doğru teşhis etmeli, kavramları doğru kullanmalı ve buna göre doğru çözümler üretmeliyiz.
Bütün bu anlattıklarımızı çarpıcı bir örnekle özetlemek gerekirse, bugünkü durumumuz, küresel sermayeyi temsil eden “Carrefour”(ABD veya AB) ile “Bakkal” arasındaki rekabete benzemektedir. Carrefour, ülkesinden çıkıp semtimize gelmiştir. Diğer bakkalları (Irak) küçük büfeler (federasyonlar) haline getirdiği gibi, bizim bakkal olarak kalmamıza tahammül edememektedir. Bu süreçten Carrefour’a üye olarak kurtulmayı düşünmek, Carrefour’a ortak olmak demektir ki, mevcut sermayeleri itibarıyla onların böyle bir niyeti olması mümkün değildir. Biz Carrefour’a karışmıyoruz, o da bize karışmaz düşüncesi ise son derece yanlış ve tehlikelidir. Çünkü biz Carrefour’a karışsak da karışmasak da, Carrefour bize karışacaktır.
Çözüm, bakkalı büyütüp “Kapalıçarşı” modelini kurmak ve Carrefour’a rakip olmaktır. “Ben kimseye karışmayayım, kimse de benim ülkeme karışmasın, ben karışmazsam onlar bana karışmaz” anlayışı hayatın gerçekleriyle bağdaşmayıp akılcılıktan uzaktır.
ABD, AB, Çin, Hindistan, Rusya gibi; nüfus, ekonomi, nükleer silah, teknoloji gibi muazzam büyüklüklere sahip ülkeler karşısında ayakta durabilmenin yolu, federasyonlaştırma sürecine karşı devleti korumak ve büyük devlet olmayı hedeflemektir.
4. SONUÇ
Asıl olan ülkelerin çıkarlarıdır. Çıkarlar da her zaman aynı kalmaz. Zamana ve güç dengelerine göre değişir. Dengelerin değişmesiyle birlikte dost ya da düşman nitelendirmesi de değişir. Emperyal güçlerin Yalta’da kurduğu dünya dengesi bozulmuş Malta’da yeni denge oluşmuştur. Dengelerin değişmesiyle birlikte hegomonik güçler Yeni Dünya Düzenini ilan etmişlerdir. Bu düzen kendi çıkarlarının gerektirdiği bir yapılanmayı öngörmektedir. Bu yapı mevcut devlet yapılarının etnik temelde; federasyon, devletçik veya site devletlerine dönüştürülmesidir. 1990’lı yıllardan itibaren daha gözle görülür hale geldiği üzere, projeleri gerçekleştirmek maksadıyla, askeri yöntemler de dâhil olmak üzere diplomasi, ekonomi, iletişim, sinema, spor vs. her türlü yöntem ve araç kullanılmaktadır. Küreselleşme kavramı da bu araçlardan biridir.
Küreselleşme adı altında gelişen süreç, bölgemizdeki ülkelerin işgali, bölünmesi ve yönetimlerinin ihtilallerle yıkılması şeklinde sürdürülmektedir. Ülkemizin bu sürecin dışında olmadığı konusunda kuşku yoktur. Süreç, Türkiye yönünden özellikle son 20 yılda ivme kazanmıştır. Ekonomide önemli ağırlık küresel batı sermayesinin eline geçmiştir. Sosyal, kültürel, hukukî ve siyasi alanda, ülke bütünlüğünü bozacak ve devlet yapısını parçalayacak adımlar atılmaktadır. Çözüm, egemenliğin AB’ne devredilmesi ya da tek başına küresel planlara karşı direnmek değil, küresel güçler arasındaki çekişme noktalarının da saptanmasıyla, iç ihtilaflarını aşıp, gerçek potansiyelini harekete geçirebilen bir Türkiye olarak, kendi medeniyet havzamızda, tarihi gerçeklere ve reel politikalara dayalı, bölge ülkelerini kapsayan ekonomik, siyasi ve askeri bir birlik kurmaktır.